Boza

Sevmediğim bir özelliğim var. Sevmediğim bir çok özelliğim var ama şimdi bahsedeceğim özelliğimin bir seçenek mi yoksa beni ben yapan bir özelliğim mi, hala bir ayrım yapmış değilim. Bu ikisi arasında nasıl bir fark var açıklamak gerekebilir. Eğer bu özelliğim bir seçenekse, bu özelliğe sahip olmamak da bir seçenek olarak durabilir karşımda. Bazen insanlar bilerek ve isteyerek "kötü" oluyorlar. Kötü olmak çok geniş bir kavram, neyin kötü olup olmadığını belirlemek çok zor. O yüzden biz "toplumsal normlara, kabul görmüş olumlu davranışlara karşı hareket etmek" diyelim burada.

Benim ise bahsettiğim mevzu vefayla alakalı. Vefa derken de kelime anlamından biraz daha fazlasını kastediyorum. Kelime anlamı olarak vefa "sevgide bağlılık" anlamına geliyor ama ben daha aktif bir bağlılıktan söz ediyorum. Yani bir insanı sevmeye devam etmek ama görüşmemek ve görüşmek için hiçbir adım atmamak vefasızlığa giriyor bu yazıya göre. Konuyu derinlemesine deşmeden önce yukarıda neden bahsettiğimi açıklayayım biraz. Örneğin bayramlarda seyranlarda hısım akrabayı aramak toplum tarafından kabul görmüş ve beklenilen bir özelliktir. Eğer ortada çok ciddi bir husumet yoksa hal hatır sorup, "seni unutmadım" mesajı vermek, özellikle Türk toplumu gibi grup dinamiklerine önem veren toplumlar için değerlidir. Bazıları bunu yapmaz. Bazıları ortada elle tutulur bir küslük olmadığı halde etrafından uzaklaşır. Benim gözlemlerim, genel olarak bu davranışın ideolojik temellere dayandığı yönünde.

İdeolojik dediğim de bahsettiğim kişilerin hayat görüşünün bir diğerine uymaması ve uymayan kişilerle görüşmenin "davaya" zarar verebilme ihtimali. Bireyler kendilerine yüklenilen görüşlerle büyüyorlar, zamanla çevre etkileri bu görüşleri değiştirebiliyor. Bazen bu yeni görüşler, eskiye düşmanlığı getiriyor. Dolayısıyla bu görüşe sahip olanlar da bu düşmanlıktan nasibini alıyor.

Bir arkadaşımın babası Anadolu'nun küçük bir köyünde büyüyüp, okumak için İstanbul'a gelmiş. Babanın ailesi Müslüman muhafazakar ve ailede ilk defa üniversite dolayısıyla şehre giden biri var. Yani eğitimsiz bir aileden bahsediyoruz. Baba üniversitede sol görüşlü insanlarla tanışıyor ve solcu oluyor. Evleniyor, arkadaşım dünyaya geliyor ve solcu olarak yetiştiriliyor. Benim arkadaşımdan aldığım mesaj, baba tarafının "cahil" olduğu ve "görüşmek istenmediği" yönünde. Konuyu biraz deşiyorum ve ortada bir kavga, dövüş olmadığına emin oluyorum. Arkadaşım sadece ve sadece dünya görüşü tutmadığı için o tarafla bağlantısı kesmiş gibi görünüyor.

Genel olarak "son kullanma tarihi geçmiş" düşüncelerin, "yeni ve modern" olanlar tarafından ezilmesi ilginç bir olay değil. İlginç olan sırf bu görüşlere bağlı diye kanından olanları silmek. Bunun sebeplerini düşündüğümde, aklıma gelen ilk sebep "aşağılık kompleksi" oluyor. Aşağılık kompleksini bir hakaret olarak almayın arkadaşlar, kendisi çok ama çok doğal bir savunma mekanizması aslında. Şu an çok ayağa düşmüş olsa da Alfred Adler'in ortaya attığı ciddi bir psikolojik olgu. Eskiden, internet bu kadar yaygın değilken (hatta internet diye bir şey yokken), İstanbul'a gelen ekseriyeti öğrenci olan vatandaşlarda daha iyi görülebilirdi aşağılık kompleksi. İstanbul, Türkiye'nin kültür merkezi olmuştur her zaman. Kültür merkezi derken; resim, tiyatro gibi sanat aktivitelerinden bahsetmiyorum. Dünya'da başlayan herhangi bir moda (gene söylüyorum sadece kıyafet değil, davranışlar da buna dahil) önce İstanbul tarafından kabul görmesi ve alışkanlığa dönüştürülmesi gerekiyor oradan Anadolu'ya yayılacak. Dolayısıyla, İstanbul dışından gelenler, ne olduklarını anlamadıkları bu yeni dili konuşmakta zorluk çekiyorlar ve diğerleri tarafından eziliyorlar.

En azından diğerlerinin onları ezdiklerini düşünüyorlar ama önemli değil. Önemli olan grup psikolojisi aslında. Bir gruba dahil olmak için o grubun üyelerine benzemek gerekiyor. Bizim bu bağrı yanık Anadolu gencinin altyapısı İstanbul gibi bir şehre uygun değil. O yüzden ya yalnız kalacak ya kendini değiştirecek. Bazısı bu kendisini değiştirmeyi o kadar içselleştiriyor ki eski bilgileri tamamen sildiği gibi onlara düşman kesiliyor. Çünkü ezildi bir kere ve bilmediği bir konu sebebiyle ezilenler bilir ki bu, insanın içine en çok oturan şeyler biridir. Dolayısıyla, düşman olan düşüncelere sahip olanlara da düşman kesiliyor bu genç. Böyle olmasa bile, ezilmenin acısı diğerlerinden çıkartılıyor. Sonrası çorap söküğü gibi geliyor zaten.Tabii bunun bir savunma mekanizması olduğunu unutmamalı. O yüzden neye karşı bir savunma yaptığını bilmeden kimseyi yargılamamalı. 

Bu bir seçenek en nihayetinde. Kişi etrafını uzaklaştırmayabilir de. Ancak böyle yapmayı seçiyor. Dolayısıyla bu bir "öğrenilmiş vefasızlık" olarak adlandırılabilir. Bunu da kimse bilmez, çünkü şimdi ben uydurdum. Öğrenilmiş vefasızlık istenmeyen bir davranıştır ve sosyal açıdan kabul görmez. Aslında hiçbir vefasızlık kabul görmez ama diğer vefasızlık durumunda bu kabul görmeme durumu çok fazla önemsenmez. 

Zaten asıl mesele de burada başlıyor. "Beni ben yapan" vefasızlık, herhangi bir dış duruma ve psikolojik etkilere endeksli değil. Ben kimseyi aramıyorum çünkü kimseyi aramak istemiyorum. Nokta. Bu konu hakkında söylenebilecek yegane açıklama budur bence. Şimdi bu yazıyı yazarken tekrar tekrar düşünüyorum aynı zamanda ve gene bir cevap bulamıyorum. Bunun benim kişisel özelliklerimden biri olduğunu düşünüyorum. Bunu yapmam için hiçbir sebebim yok, hatta yapmamam için çokça sebeplerim var ama olmuyor işte.

Olmuyor diyorum çünkü denedim. Sürekliliği sağlayamıyorum bu konuda, bir zaman sonra yapmam gereken şeyleri yapmayı atlıyorum, unutuyorum, üşeniyorum. Çünkü vefa, arkadaşlar, bir görev aslında. Yapılması gerekenler var, yapılmaması gerekenler var, prosedürler var, yönetmelikler var, sözleşmeler var. Hepsi yazısız ama orada. Varlığı sabit. Bazı insanlar bu göreve uygun, bazıları değil sanırım. En azından ben değilim.

Bu kötü bir şey aslında. İnsan sosyal bir varlık çünkü. Gerçekten öyle, her ne kadar yalnız kalmaktan hoşlansam da, insanın kodlarında "yalnız kalmamalısın" yazdığını biliyorum. Çünkü hayatta kalman için grupça yaşaman gerektiğini öğrenmişsin yüzyıllarca. Belki şu an çalıların arkasında bir yırtıcı yok ama hala hayatta kalmak için sosyallik şart. "Hayatta kalmak" çok göreceli bir kavram, diğer yazılarımı okuyanlar bilirler. Tabii ki yalnız da yaşayıp ölebilirsin. Bu devirde bu çok olası ama eğer böyle bir şey yapacaksan hayatında bazı kaygılarının olmaması gerekiyor. Örneğin kariyer gibi. 

Eğer para kazanmak gibi bir derdiniz yoksa, az parayla hayatınızı idare edebilecek kadar tamahkarsanız veya istediğiniz her şeyi alabilecek kadar zenginseniz, yalnız kalmanın dezavantajlarını yaşamazsınız. Eğer bir kariyer yapmak istiyorsanız en çok duyacağınız kelimelerden bir tanesi "network" olacaktır. Network, sosyal ağ demektir ve aslında "sen kimi tanıyorsun" sorusunun cevabını verir. Ne yazık ki arkadaşlar, eğer bir kariyer yapacaksanız ve çok niş bir yeteneğiniz yoksa network'ünüz yetenekleriniz kadar, belki ondan bile fazla olmalı. Diyelim ki bir yazılımcısınız ve deli gibi kod yazabiliyorsunuz. Tebrikler, sizin yüksek getirisi olan bir kariyeriniz mevcut. Bütün gün boyunca kimseyle muhatap olmadan işinizi yapabilir, paranızı kazanabilirsiniz. Şu an maaş skalası en yüksek meslek yazılımcılık ve geliştiricilik. 

Ancak bunda bile yükselmek istiyorsanız birilerini tanımak zorundasınız. Kendi işinizi mi kuracaksınız, birilerini kesin tanımak zorundasınız. Bunu torpille, diğer bir adıyla "referans" ile karıştırmayın lütfen. Bu tamamen yukarıda bahsettiğim grup psikolojisiyle alakalı. Kişi kendinden olan birini yanında görmek ister. Bütün mesele bu. Türkler olarak biz bu "ümmetleşmeye" çok yatkın olduğumuz için suistimal derecesine çıkartabiliyoruz ama bizde tek sorun liyakata gereken önemi vermememiz. Bu "benden olan benim yanımda" olayı tabii ki bize özgü değil. Örneğin Yahudi toplumu bunun en güzel örneği.

Yahudiler, yıllar boyu vatansızlığın vermiş olduğu göçebeliği mükemmel bir şekilde avantaja çevirebilmişler. Örneğin bankacılık ve ticaret. Devamlı diken üstünde oldukları için yer değiştiren Yahudiler yükte hafif pahada ağır değerli taşları, gayri mülke tercih etmişlerdir. Altın ve pırlanta gibi bu taşların değeri hiç azalmıyordu ve zor zamanda yanlarına alıp gidebiliyorlardı. Ayrıca başka yerlerde bulunan Yahudilerle devamlı ilişki halindelerdi ve iş ilişkisi de buna dahildi. Parayı bir yerden bir yere göndermek için bankacılığı geliştirdiler. Bunların hepsini yaparken de bir kuralları vardı: "Önce biz, sonra siz". Yahudiler bu kadar ilerdeyse eğer, büyük sebeplerinden biri bu kuraldır. Eğer bir iş yapılacaksa önce Yahudi biriyle çalışılmalı, pazar payları dağıtılmalı, herkes kazanmalı. Herkes dediğim, her Yahudi. Mükemmel bir sistemden bahsediyoruz.

İnsan sosyal bir varlık, evet ama insan vefalı bir varlık değil. Ancak sosyal olmak istiyorsa vefalı olmak zorunda. En azından vefalı görünmek zorunda. Bu da bizi çıkar üzerine vefaya getiriyor. Hedefe ulaşmak için veya potansiyel getirilerini hesaplayıp bir kişiyi hayatında tutma işlemine biz çıkar üstüne vefa diyoruz. Mesela kariyer yapacaksanız hayatınızın bir bölümünde çıkar üzerine vefalı olmak durumunda kalabilirsiniz. Bunu belki istemeden yapıyor insan çoğu zaman. Annesi babasını aramadığı kadar patronuyla zaman geçiriyor, halini hatırını soruyor. Ben bunların hiçbirini yargılamıyorum, herkes ekmeğinde çünkü. Bu yaşıma kadar öğrendiğim ve test ettiğim yegane şeylerden biri de bazen insanların davranışlarının sebeplerini bilmemesi. Bilinçsiz olarak yapmasından bahsetmiyorum, bilerek ve isteyerek bir hareket yapması ama onu yapmasındaki asıl sebebi fark etmemesi. İnsan zihni mutsuzluktan ve belirsizlikten sürekli olarak kaçıyor ve bunu nedenin bazen söylemiyor bile. Dolayısıyla kimse bilmediği şeyden dolayı yargılanamaz. 

Şimdi şöyle bir toparlayalım. Birincisi dedik ki, insan sosyal bir varlıktır ve vefaya ihtiyaç duyar. İkincisi, vefa emek gerektirir ve üçüncüsü ben hala neden vefalı olmam gerektiğini bilmiyorum. Şunu söylemeliyim ki, hayatımda kimseye karşı bir düşmanlığım yok. Kimseden de nefret etmiyorum çünkü edemiyorum. Hayır, çok yüce gönüllü olduğum için değil, nefret etmek çok ciddi dikkat gerektiriyor ve benim dikkatim çabuk dağılıyor. Birinden nefret etmeye veya kin tutmaya  kalktığımda, ertesi gün unutuyorum. O yüzden birisiyle ilişkimi kopardığım zaman, bunun sebebi husumet olmuyor. Aslında ilişki koparmak da bir aktiflik içeriyor içinde. Sanırım sadece sönüp gidiyor.

Ben o zaman anladım bu vefa denilen meselenin belli gereklilikleri olduğunu. Sims diye bir oyun vardı, bilen bilir. Tanrıcılık oyunu. İnsanlar oluşturup onların hayatını kontrol ediyorsunuz. Diğer "simlerle" de arkadaş olunabiliyor. Arkadaş olduğunuzda, "ilişkiler" kısmında o simin adı ve bir bar çıkıyor. Ne kadar görüşürseniz o bar daha fazla doluyor ve "best friend" oluyorsunuz. Diyelim ki görüşmediniz, bar da yavaş yavaş boşalıyor. İşte vefa o barı sabit tutma olayına deniyor. Oyunda bu olay iki tıktan ibaret olmasına rağmen ona bile üşeniyorsam, gerçek hayatta bunu nasıl gerçekleştireyim?

Konuyla ilgili düşündüğümde en olası teoriyi şu şekilde buldum: Öncelikle en önemlisi, ben insan sevmiyorum. Daha doğrusu ihtiyaç duymuyorum. Eğer belli şartlar sağlanırsa, ömrümün sonuna kadar kimseyle görüşmeyebilirim ve bu durum beni rahatsız etmez. Büyük ihtimalle deliririm ama olsun. Anlatacak bir şeyim yok, bu da ikincisi. Bu da bir derece önemli çünkü ikili ilişkilerde en önemli şeylerden biri anlatmak. Çoğu insan dinlemek der, bence yanılıyorlar. Ben çok iyi bir dinleyiciyimdir. İyi bir dinleyici ne demek? Sessiz kalıp, kafa sallamak değil dinlemek. Soru sormak, kendini olayın dışında tutmak, karşındakinin duygularını göz önünde bulundurmak... Bunlardır asıl dinleyiciyi dinleyici yapan. Ancak sadece dinlemek uzun vadede hem etkisini kaybediyor hem de "hadi biraz da sen konuş" dedirtiyor. Bende de konuşacak bir şey olmadığı için ve konuşamadığım için ilişkiler bir yerden sonra çıkmaza giriyor. Bir diğer konu da, kimseden bir çıkarım yok. Çıkarım olabilirliği yüksek insanlarla da ilişkilerimi iyi tutmakta zorlanıyorum. "Bir tanıdığım" olmasını istemiyorum, her ne kadar bu benim hayatımı önemli ölçüde kolaylaştırsa bile. İşte burada teorimin en janjanlı yeri geliyor: Eğer sadece çıkarım olan insanlarla görüşmüyorsam, çıkarım olmayan insanlara neden vefa göstermiyorum? Çünkü çıkar dediğimiz kavram o kadar geniş bir kavram ki. Eğer bir insana gösterilen vefa seni "iyi bir insan" gibi hissettiriyorsa, bu da bir çıkar değil midir? Eğer her şeyi bu şekilde düşünürsek, samimiyetten bahsedebilir miyiz? Samimiyetin olmadığı bu noktada beni de vefalı olmaktan alıkoyan "kendimi mutlu etmeye" bu kadar imtina etmem. O kadar derin bir an-hedonizm içindeyim ki, zihnim, sadece küçük bir emekle oluşabilecek, hem de sosyal yaşam için de bu kadar önemli bir aracı kullanmama izin vermiyor.

Veya tembelim.

Sanırım tembellik daha ağır basıyor. Çünkü dediğim gibi bu bir görev; bu görevde arayı soğutmamak, aktif bir ilişkide bulunmak, ilgilenmek, hatırlamak ve çaba göstermek gerekiyor. Belki bunları başaramadığım için zihnim bana "sen yaparsın da yapmak istemiyorsun" diyordur. Yok yok öyle değil. Yani öyle aslında ama her ikisi de birlikte düşünmek gerekiyor. Hem isteksizlik hem beceriksizlik.

Bilemiyorum, belki kendime çok yükleniyorum. Bu vefa olayı bana özgü değil ya, insanlar da beni arayıp sormalıydılar ama sormadılar. Kimsenin de uzun uzun, şöyle de vefasızım böyle de vefasızım diye bir şeyler yazdığını düşünmüyorum. Kimseden bir çıkarım olmadığı gibi, kimseye de bir çıkar sağlamıyorum sanırım. 

Çok ciddi ve subjektif başladığım bu yazımı, hafif depresif ve ultra objektif olarak bitiriyorum. Yazının başında gerçekten ciddiydim. Beni ben yapan özelliklerden biri olduğunu düşündüğüm vefasızlığın, beni ciddi ciddi rahatsız etmemesi ciddi ciddi rahatsız ediyor.

Bilmem anlatabiliyor muyum?

Kalın sağlıcakla.

Yorumlar