Stop The Presses!

Eğer dünya dönmeseydi, yerinde dursaydı, zaman diye bir kavramdan bahsedebilir miydik? Çok zor. Gün döngüsünün olmadığı, mevsimlerin yaşanmadığı paralel bir evrende zamanı nasıl ölçeceksin? Temel olarak böyle bir durumda zamanın nasıl geçtiğini anlamak için bir referans noktasına ihtiyacımız var. Aslında zaman gene geçecek, bir yerden bir yere gidiş, atıyorum, on dakika sürecekse gene on dakika sürecek ama "bir ay sonraya" randevu verebilecek miyiz?

Sanmıyorum.

Belki o zaman belirli biyolojik alışkanlıklarımız bize yol gösterecektir diye düşünüyorum. "Üç hamilelik vaktine kadar" denilebilir mesela. En sabit o geliyor aklıma.

-Bu işi ne zamana kadar yapabilirsin Mike?
-İki fil hamileliği süresinde yapabilirim.
-Bir fil ve bir köpek olsun.

Böyle diyaloglarla karşılaşabilirdik. Başka biyolojik aktiviteleri de referans alabilirdik mesela, adet görme gibi. Sonuçta o da belli aralıklarla gerçekleşiyor. Hatta belli standartları sağlayan bir kadın, tüm ülke için referans olarak seçilebilir. Bu bir meslek olabilir. Memurluk olacak ama KPSS ile falan girilecek. Çok da yüksek olması lazım puanları çünkü bütün işin adet görmek olacak. Sabah sekiz de bir oturacaksın, beşe kadar. Hiçbir şey yapmadan.Hah, şimdiki memurlardan bir farkı yok sanırım.

Ba-dum-tıss 

Bu durumda gece ile gündüzü nasıl ayıracaksın birbirinden? İlla ki bir zamanda uyuman lazım, insanlığın büyük çoğunluğu gündüzü çalışmak, geceyi uyumak için harcıyor. Böyle durumlarda ne zaman uyunacağına ne zaman çalışılacağına kim karar verecek? Bence en mühim mevzu bu. Ben çok rahatsız olurdum mesela böyle bir durumdan. Güneş tepede duruyor mesela yirmi dört saat, gerçi yirmi dört saat demek saçma böyle bir şey yok. Devamlı diyebiliriz. Devamlı gündüz olduğunu düşünsene, insan çıldırır yemin ediyorum.

Bir ilerlemeye ihtiyaç var bence insanlık için. İlerlemek doğru kelime olmadı çünkü ilerlemek bir nevi gelişmeyi barındırıyor içinde, o yüzden değişiklik diyelim. Zamanın geçtiğini gösterecek, insanlara ölümlü olduklarını hatırlatacak değişikliklere ihtiyacımız var.

Aslında bir temel değişiklik var: Büyümek. Ancak büyümek hem çok zaman alıyor hem de büyüdüğünü birinci elden tam olarak gözlemleyemiyorsun. En sevdiğim şeylerden biri uzun süre görüşmediğin biriyle görüştüğün zaman senin fark etmediğin değişiklikleri fark etmesi (bu nasıl bir cümle böyle). Fark etmediğin de çok saçma oldu, insan kilo aldığını nasıl fark etmez? Aslında bu değişiklikler o kadar sinsi denilebilecek yavaşlıkta gerçekleşiyor ki önemsemiyorsun. Mesele bu. Bir anda yirmi kilo fazlan olmasıyla dört ay boyunca belli aralıklarla kilo almak arasında fark var.

Tıpkı sıcak suya atılan kurbağa ile soğuk suyun içerisine koyulan kurbağanın yavaş yavaş pişirilmesi gibi. Sıcak suya atılan kurbağa zıplayıp kaçarken, diğeri anlamıyor piştiğini ve sonra iş işten geçmiş oluyor. Böyle bir zalimliği de sırf mesaj vermek uğruna yapan Fransızları gönülden tebrik ediyoruz. Ah şu Fransızlar yok mu?.. Alem adamlar valla.

O yüzden anbean sana "zaman da geçiyor he" gibi "bu günü de bitirdik işte" gibi klişe cümleleri söyletecek bir mekanizma olması gerekiyor. Çünkü bunu söylemesi lazım insanlığın. Abartmayı severim bilirsiniz ama burada abartmıyorum. Bakın, samimi bir şekilde şuna inanıyorum ki, zamanın geçtiğine şahit olmak, akıl sağlığı açısından çok önemli bir yere sahip. Buna nereden ulaştım diye soracak olursanız derim ki mental hastalıklara baktığımızda bir yerde gerçekliğin bozulmasını veya zamanın ya durdurulmasını ya da hızlıca geçmesini istemeyi görüyoruz.

Önce gerçekliğin bozulmasından bahsedelim. Bunun için en güzel örnek şizofreni ve bunun gibi psikotik hastalıklar. Bu hastalıkları diğer mental hastalıklardan ayıran en önemli tanı gerçeklik algısının hastalığın bir döneminde bozulması ve değişiklik göstermesi. Peki bunun konumuzla ne ilgisi var?

-Spoiler gelecek, haberiniz olsun.-

Bunun cevabını Oscar ödüllü, başrolünü sevgili Russell Crowe'un oynadığı "A Beautiful Mind" adlı (Türkçesi "Akıl Oyunları") filmden vereceğim. Bu filmde Crowe nobel ödüllü matematikçi John Nash'i canlandırıyor. Nash şizofreniden muzdarip bir biliminsanı ve kendisini CIA'e çalışan bir şifre çözücü olarak görüyor ama aslında öyle bir durum yok. Filmde bu hastalığın kendisini ve ailesini nasıl etkilediğini izliyoruz.

Filmin konumuzla ilgisi de şu şekilde: Film boyunca Nash'in yanında eski yurdundaki oda arkadaşını ve onun yeğenini görüyoruz. İlerleyen zamanlarda bu ikisinin Nash'in zihninin oynadığı oyunlardan ibaret olduğunu öğreniyoruz. Aslında böyle insanlar yok, hiç olmadılar. Ben, Nash'in oda arkadaşını  zaten hali hazırda var olan rahatsızlığının daha fazla kötüleşmemesi için bilinçsizce oluşturduğunu düşünüyorum. Bir nevi akan boruyu bantla kapatmak gibi. Çünkü diğer yazılarımda da bahsettiğim gibi, yalnızlık zihinsel rahatsızlıkları tetiklediği gibi kötüleştiren etkilerden biri. Peki Nash okuldan sonra bu kişileri görmeye neden devam etti? Birincisi zihin "hasta" olduğunu kabul etmeyeceği için açık kapı bırakmayacaktır. İkincisi, bu tamamen benim fikrim, eski oda arkadaşı ve yeğeni "eski günlere" özlemi gösteriyorlardı. Zaman ilerlemiş, Nash aile babası olmuş, hatta Sovyetlere karşı savaşıyor (kendisine göre); böyle bir anda ortaya okul döneminden arkadaşı ve yeğeni çıkıyor.

Ne demek istediğimi anlatabiliyor muyum? Zihin bölünmekten korktuğu için geçmişe bağlanıyor. Daha doğrusu geçmişte bir kara parçası arıyor ayağını sağlam basacak. Belki oda arkadaşının yeğeni de Nash'in çocukluğunu sembolize ediyordur. Ben bunların hepsinin zamanı durdurma çabası olduğunu düşünüyorum. Çapayı geçmişe atarak şimdiyi kurtarma çabası. Çünkü geçmiş daha güvenli, ne yaşanmışsa yaşanmış ama en azından biliniyor.

Tanıdığın şeytan, tanımadığına yeğdir.

Çok mu salladım? Olabilir, sonuçta algıda seçicilik. Söylemek istediğim asıl mesele, zaman algısını değiştirerek akışı bir şekilde engellemek veya hızlandırmak. Belki bu halüsinasyonlar Nash'in zaman algısını değiştiriyordur.

Bir örnek daha verelim. Mesela depresyon. Depresyonun ayırıcı tanılarından bir tanesi ya çok uyumak ya da hiç uyumamak. Ben özellikle uyumanın, çok belirleyici bir depresyon belirtisi olduğunu düşünüyorum. Nedeni ise uyku en basit ve acısız intihar yöntemi. Arkadaşlar kızmayın ama öyle. Diyelim ki yüz yaşına kadar yaşadınız, eğer her gün günde sekiz saat uyursanız ömrünüzün otuz yılını uyuyarak geçiriyorsunuz demektir. Saçmalığa bakar mısınız? Bunun zaten ilk yirmiyle son yirmisi boşa geçiyor, kaldı otuz yıl. Tuvalettir, boktur, püsürdür, bir on yıl da oradan gitse, kaldı yimi yıl. Evlendin, çocuk sahibi oldun. O çocuğun bakımını yapacaksın, bakacaksın, eğiteceksin, kendini kendinden ayırman lazım, on yıl da oradan gitti. Kaldı on yıl. Yarısında çalışsan kaldı beş yıl. Yani senin sana ayırabileceğin zaman bütün hayatında beş yıla tekabül ediyor. Sen bu zamanını uyuyarak geçiriyorsan, ben bunun adına intihar derim, kimse kusura bakmasın.

Şaka bir yana uyumak, depresyondan kaynaklanan enerji eksikliğinden kaynaklansa da, zamanın daha hızlı ilerlemesini ve bir an önce bitmesini sağladığını düşündürtüyor bana. Eğer uyursan bir şekilde yaşadığın rahatsızlıklarla da baş etmiyorsun. Hatta bir rahatsızlık yaşamıyorsun böyle de bir güzelliği var.

Geçmişte ama çok da eski olmayan geçmişte, geceleri uyumakta çok zorlanıyordum. Yattığım yerde dön dur, dön dur sabahı ediyordum. Daha sonra geceleri uyumayı geciktirmeye başladım. Bilgisayar bu konuda bana çok yardımcı oldu. Bilgisayar, daha doğrusu internet bağımlılığım bu sıralar gelişti. O zamanlar Türkiye internet kültürüyle yeni yeni tanışıyordu. "Capsler" o zaman çıkmaya başlamamıştı bile. Ben daha o zamanlar şu an memlekette daha yeni yeni başlayan modaları takip ediyordum. Hatta bazıları bize hiç gelmedi bile, öyle söyleyeyim. "Download kültürünün" olduğu zamanlardan bahsediyorum. Gigabyte'lara hatta Terabyte'lara (1 TB=1000 GB) varan dizi ve film arşivi oluşturmuştum. İzlemediğim film yok gibiydi.

O zamanlar tehlikenin bu kadar farkında olamıyorsun. Enerjin çok, zamanın çok, yetiştirmen gereken bir işin yok, sorumlulukların az... Bu yüzden uyumamayı telafi edebiliyorsun. Hatta sana çok marjinal geliyor. Uyumamak benim gibi muhallebi çocukları için düzene karşı gelmek gibi bir şeydi. Zaman geçtikçe uyumamak ciddi bir ihtiyaç haline geldi bende. Temel sebeplerinden biri de geçen zamanın anca bu şekilde durdurabildiği illüzyonuydu. Sabahladığım her an sanki zamanı biraz daha yavaşlatıyordum. Tabii ki de durum böyle değildi çünkü daha sonra gene aynı sürede hatta daha fazla uyuyordum. Bu sefer de günden kaybediyordum ve yapmam gereken işler için gereken zamanı bulamıyordum. Bu da bende kaygı oluşturmaya başladı.

E, zaten uyumama sebebim de zamanın hızlı geçtiği kaygısıydı. Uyuduğun zaman kaygılısın, uyumazsan kaygılısın. Zaman da geçiyor, bir şekilde insanın yapması gerekenler artıyor. Artmasa bile yoğunlaşıyor ve üstesinden gelemeyeceğin hale gelebiliyor. Arkadaşlar, bir insanı çıldırtmak istiyorsanız ona sorumluluklarını yapması için kısıtlı bir zaman verin, sürekli panik halinde tutun ve özgüvenini sürekli düşürün. Çok kısa zamanda nur topu gibi sinir krizi başlatabilirsiniz.

Zamanın geçmemesini istemek bence çok büyük bir tanı. Geleceğe karşı duyulan kaygıyı belli ediyor. Sürekli olarak zamanın geçmediği (daha doğrusu geçmemesi gerektiği), sonsuza kadar böyle süreceği düşüncesi bir çok zihinsel hastalığa gebe bırakabiliyor insanları. Peki neden? Neden insan uyumamak ister? Akla ilk ölümü geciktirmek geliyor. Yaşamak isteği yani. Ölüm korkusu her ne kadar başlıca sebep olarak da gözükse, bence asıl korku ecnebilerin FOMO dedikleri kavram. "Fear of Missing Out"'un baş harflerinden oluşan FOMO, en basit ifadeyle "kaçırma korkusu" olarak biliniyor. Neyi kaçırma, hayatı kaçırma. Mesela şimdi ölürseniz, izlediğiniz dizinin finalini izleyemeyeceksiniz, yeni çıkan teknolojik aletleri kaçıracaksınız, arkadaşlarınız siz olmadan çok eğlenecek ve orada olamayacaksınız, belki dünya barışı gelecek ama göremeyeceksiniz.

Bu bizim ölüme duyduğumuz korkuyu perçinliyor. Eğer bu olmasaydı intihar oranları olduğundan daha fazla olurdu diye düşünüyorum. Çünkü "günah", "çevremdekiler üzülür" ve "canım acır" düşüncelerinden hem daha güçlü hem de daha etkisiz. Güçlü çünkü FOMO varsa diğerleri olduğundan daha güçlü argümanlar olarak gözükebiliyor. Etkisiz çünkü eğer kaybedeceğin bir şey yoksa bekleyeceğin bir şey de yoktur.

Hem uyumak zorundasın, hem de uyuyunca inanılmaz kaygı duyuyorsun. O zaman seni diğer uca alalım. İronik şekilde zihnin kaygıyla baş etme yöntemi olarak uyumayı tercih edebiliyor. Bu aklıma gelen ilk yöntem, başka yöntemlerden de aşağıda bahsedeceğim. Bu arada yöntem demişken, "kaygınızı nasıl azaltabilirsiniz?" başlıklı bir yazı değil bu, orada anlaşalım. Ben sizin değil zihninizin kaygıyla baş etme yöntemlerinden bahsediyorum, yani savunma mekanizmalarından.

Dediğim gibi, zihnin bu kaygı yumağının içinden kurtulması için belli yöntemleri var. Aklıma gelen ilk yöntem, uyumak. İroni de burada işte. Zaten başlangıç olarak uyuduğumuz için kaygılıydık, daha sonra kaygılı olduğumuz için uyumaya başladık. Bu nasıl oldu? Uyumak, her ne kadar ömrümüzün belli bir kısmını çalsa da hayati bir önem taşıyor bizim için. Uyumazsan, ölürsün. Bu kadar basit. Önce delirirsin tabi, sonra ölürsün. Ayrıca yeterli uykuyu alamazsan büyüyemezsin, yaraların hızlıca iyileşmez, vücudun kendini yenileyemez. Uyku bu kadar önemlidir. Hatta karar verme mekanizması için hayati bir önemi vardır. Bizde "istihare" diye bir olgu var mesela, biraz mistik bir yapısı olsa da aslında temel mantık uyuyup uyandıktan sonra gelen o zihinsel parlaklıktır. Yabancılar "sleep on it" derler mesela, "üzerine yatmak" diye çevrilir ama asıl kastedilen "üzerine düşünmektir".

Zihin, çözemediği bu sorular yüzünden kendi bütünlüğünü bozmamak adına kendini "stand by" moduna alır. Kırmızı ışık moduna yani. Elektronik aletlerden bilirsiniz. Depresyon boyunca gelen bu aşırı uyuma halinin de sebebinini bu olduğunu düşünüyorum. Bir nevi "cryogenic" terapi gibi, yani dondurma terapisi. Bazı ciddi travmalarda hasta dondurulur, çözüm bulana kadar kaçınılmaz geciktirilir. Kullanılan bir şey yani, bilim kurgu değil. Zihin de aynı bu şekilde, çözümü bulabilmek için an itibariyle "hasarlı" beyni durdurup, hem acıyı azaltıyor hem de çözüm bulmaya çalışıyor. Bekliyor da olabilir, o da bir çözüm. Sonuçta zaman en güçlü ilaç.

Bundan daha etkili ve tehlikeli bir yöntem daha var. O da gerçekliği değiştirmek. John Nash örneğimizden bahsetmiyorum.Çünkü Nash abimiz gerçeği değiştirmiyordu, değişmiş olan gerçekliği yaşıyordu. Gerçeklik demişken algısından bahsediyorum bunu da hatırlatayım.

Gerçeği nasıl değiştirsin? Önce varlığını kabul etmezsin, sonra yerine başka bir şey koyarsın. Varlığı kabul etmemek zaten temel, o cepte. Yerine başka bir şey koyma konusunu da biraz konuştuk aslında yukarıda. Uykuyla bu işi halledebiliyorsun ama bu biraz pasif kalıyor. Ben daha aktif, bilinçli ve istekli bir şekilde gerçeği değiştirmekten bahsediyorum.

Sosyal medya bunun en güzel örneklerinden biri. Öyle bir dünya düşünün ki istediğin her şeyi yapabilirsin, her yerde olabilirsin ve her istediğini alabilirsin. Şimdi bunları yap(a)madığınızı ama herkesin bunları yaptığınızı düşündüğünü hayal edin. Ne fark eder? Ha yapmışsın, ha zannetmişler ne fark eder? İşte sosyal medya böyle bir yer. Mutlulukların daim olduğu, herkesin bu hayatı dolu dolu yaşadığı, yaşamayanların da inanılmaz dehalar olduğu (çünkü cehalet mutluluktur ve zekiler hep mutsuz olur) veya dünyanın en çilekeş insanları olduğu ("sen benim ne yaşadığımı biliyor musun?") bir dünya burası. Anonimlik, kimlik hırsızlığı gırla zaten bunlardan hiç bahsetmiyorum bile, o apayrı zihinsel hastalıklara delalet.

İnsanlar bu yeni gerçekliği kendileri oluşturuyorlar ve gerizekali gibi, tekrarlıyorum, GERİZEKALI gibi bunlara inanıyorlar. Yalan olduklarını bile bile hemde. Daha doğrusu yalan bir zaman sonra gerçeğe dönüşüyor. İnsanlar da kaygılarını bu tür ortamlarda yeni personalar oluşturarak "ertelemeye" çalışıyor. Çok ilginç gerçekten. Bir yerde sosyal medyanın kaygıyı arttırdığını okumuştum. Bence doğru değil, bence var olan kaygıları maskeleyerek büyümelerine yol açıyor. Herkes kaygılı çünkü kaygı aslında hayatta kalmak (gerçek anlamıyla) adına çok önemli. Stres sempatik sinir sistemini (SSS) harekete geçiriyor. Peki SSS ne yapıyor? Kalp atışımızı arttırıyor, göz bebeklerimizi büyütüyor, bizi kavgaya veya kaçmaya hazır hale getiriyor. Doğal olarak doğada seni ayaklarının üzerinde tutuyor.

Her yararlı şey gibi bunun da fazlası zarar. Kalp krizinin en önemli sebeplerinden biri stres. Son yüzyılda insanlığın kaygı seviyesi bence anlamlı biçimde arttı. Belki bunda haberlerin hızlı yayılmasının, dolayısıyla sosyal medyanın önemli bir etkisi vardır. Ancak aynı zamanda var olan kaygıyı da azalttığı, en azından maskelediği de bir gerçek. Diyelim ki sosyal medya sizin için yeteri kadar inandırıcı bir örnek olmadı. Daha vurucu bir örneğim var: VR. Bu iki harf yanyana geldiğinde ne anlama geldiğini bilmeyen yoktur sanırım. "Virtual Reality" yani sanal gerçekliğin kısaltması VR ve bu aralar çok meşhur.

Adı üstünde sanal gerçeklik, gerçek olmayan gerçek. Bunun tehlikeli bir şey olmadığını nasıl söyleyemiyorlar?

-Jack öyle bir alet yapalım ki insanlar istedikleri her şeyi yaşayabilsinler, teknoloji sayesinde limitin sadece hayal gücü olsun.
-Mükemmel bir fikir John, mü-kem-mel bir fikir. Peki zihinsel olarak dengeli olmayan insanları ne yapacağız? Peki ağır depresyonu olan birini, bir bipoları, bir şizofreni zaten uzak oldukları gerçeklikten uzaklaştırırsan, asıl gerçekliğe, "şimdiye" nasıl getireceksin? Ne yapmayı düşünüyorsun bu konuda?
-¯\_(ツ)_/¯
-Allah belanı versin John.

Yani bu komplo teorisi değil, bu zaman meselesi. Büyük İstanbul depremi gibi mutlaka olacak ve kaçınılmaz bir şey. Olmaması nasıl mümkün olsun? Teknoloji sayesinde istediğin her senaryoyu yaratabildiğin bir dünya düşün. Bu dünya sadece bir tık uzağında senin ve istediğin kişiye takacağın bir gözlük sayesinde ulaşabiliyorsun. Arkadaşlar, bunlar oluyor şu an. Instagramda fotoğrafı olsun diye araba kiralayan adam, bu sahte dünyada kral olmak için neler yapar? Ulan sanal dünya içinde sosyal medya oluşturup, daha sonra tekrar aynı şeyleri (kaygının artması, kaçış, vb.) yaşadıktan sonra, sanal gerçeklik içinde başka bir sanal gerçeklik oluşturabilirler bile. Ben beklerim en azından.

Böyle bir dünyada zamanın pek de bir önemi kalmayacak ve aslında bu bile insanlığın sonunu getirebilir (oha!). Bunun için de şöyle bir dünya düşünelim, yattığın yerden istediğin her şeyi yapabiliyorsun (sosyalleşebiliyorsun, cinsel ilişkiye girebiliyorsun, yemek yiyebiliyorsun). İnsan ömrü de sağlık sektöründeki gelişmelerden dolayı uzamış, hasta olmak zorlaşmış, sadece bir serum takılıyor sana ve bu serumda ihtiyacın olan besinler var. Başlamaya hazırsın. Böyle bir şey olursa, sadece buna para bulamayanlar hayatta kalabilecek diye düşünüyorum. Evet, makineler insanlığı bitirecek ama tahmin ettiğimiz gibi değil.

Bizim zamana ihtiyacımız var. Daha doğrusu zamanın aktığına dair bir işarete ihtiyacımız var. İnsanın ölüme adım adım yaklaşmaya ve bundan daha önemlisi bunu fark etmeye ihtiyacı var. Nasıl olmasın? Hayatına vereceğin herhangi bir anlam ne kadar süre etkili olabilir? Bazen ölmeden insan ölüyor, Alzheimer hastalarını düşünün. Zihnin kaybolduğunda, sen de kayboluyorsun. O yüzden bu gerçeklikten kaçmak bana yapılabilecek en mantıksız işlerden biri geliyor. Yaşayacağın burada maksimum yüz sene, onun da yukarıda bahsettim, beş senesini kendine ayırabiliyorsun, sen tam olarak neyden kaçmaya çalışıyorsun?

Ölüm korkusu ise, stres gibi, az dozlarda seni ayakta tutmaya yarıyor. Ölümü kabullenmekten bahsetmiyorum, onu geçen yazılarımdan birinde konuşmuştum. Daha çok bu stresi kontrol edememekten bahsediyorum. Ölüm korkusunu, FOMO'yu kontrol edemediğin zaman, "DURSUN DÜNYA" diye bağırasın geliyor. Durması için bir şey yapamayacağını anladığında ben de zihnimi durdururum diyorsun.

Bir yangını söndürmenin en afili yöntemlerinden biri yanında kontrollü başka bir ateş yakmaktır. Bu ortamdaki oksijeni azaltacağı için, söndürmek istediğimiz alevin gücünü düşürür, kontrol etmek kolaylaşır. Biz de durduramadığımız için hayatı, yanına başka bir hayat oluşturarak diğerini kontrol ettiğimizi düşünüyoruz ama yanılıyoruz. Tersine yaktığımız ikinci ateş daha çok kontrolden çıkıp her yerimizi ele geçiriyor.

Bu arada gerçekliği değiştirmenin bir nedeni daha var: mutsuzluk. Bence bu durum için mutsuzluk, kaygıdan daha önemli bir sebep. Gerçi biraz düşününce kaygının mutsuzluğa yol açtığını söyleyebiliriz veya tam tersi. Mutsuzluk, kaygı, stres... Bunlar aslında hep iç içe kavramlar ve birlikte hareket ediyorlar. Biri olmadan genelde diğeri de olmuyor.

Velhasılı kelam, nelerden bahsettik? Zamanın gerekliliğinden, kaygının yol açabileceği psikolojik etkilerden, gerçeklikten kaçmanın mantıksızlığından bahsettik. Peki insanlığın sonu gerçekten böyle mi gelecek? Tabii ki hayır, bir şekilde biz de bu VR'ı hayatımıza entegre edeceğiz ve bununla yaşayacağız. Ancak nasıl yaşayacağız sorusunun cevabı pek iç açıcı olmayabilir. Benim aklıma "Wall-e", "Total Recall" ve "Matrix" filmleri geliyor ilk olarak. Hatta Matrix'te insanlık güneşi kapatıyordu, zamanın durmasını bundan daha iyi sembolize edebilir misin?

Bu konuyu sevdiğim için yarın "düşünceleri durdurmaya çalışmaktan" bahsetmek istiyorum, yapabilirsem tabi. Biraz bu konunun devamı olacak, biraz da günah çıkartma olacak. Hadi bakalım.

Kalın sağlıcakla.   

Yorumlar