Vazgeçmek ve Yabancılaşmak

Saçma bir kamyon arkası yazısı okumuştum. Gerçi kamyon arkasında yazmıyor olabilir ama yazsan sırıtmaz öyle bir vecize.

"Giden mi terk eder yoksa kalan mı?" 

Böyle içinde paradoks içeren laflara hastayım. Terk eden terk etmiştir işte. Uzatmaya gerek yok. Gerçi bunu kim çıkardıysa, eğer terk ettiyse vicdan azabını azaltmaya, kalansa kendini suçlu çıkarmaya çalışıyor olabilir. Var böyle gerizekalı davranışlar çünkü. Bazen, kadın erkek fark etmez, taraflar bütün suçu kendinde arar, "kocam beni dövüyorsa yapmışımdır bir hata" gibi. O yüzden biri çıkıp "gitti ama aslında ben terk ettim kalarak" demiş olabilir.

Yok yok öyle değil büyük ihtimalle. Bu kadar saçma bir şey görmedim çünkü ben. Burada şair ne anlatmak istiyor acaba? Ona bakmak lazım. Çünkü hiçbir şair direkt olarak söyleyeceklerini söylemez veya biz söylemez diye düşünüyoruz. Belki kelimesi kelimesine yazdığını söylemek istiyor. Olamaz mı?

Şiir de hiç bilmem. Şimdi kafadan bir şiir yazıp üzerinden konuşmak iyi olurdu. Of, baktım şimdi Cemal Süreya'nın şiirlerine, ki severim kendisini, hepsi manalı manalı şiirler. Durum böyleyken örneğimize de bu bakış açısıyla bakmamız gerekiyor. Bütün cümleye kelime kelime bakalım.

Öncelikle bir terk etmek var. Bu sabit. Biri birini terk ediyor bu kesin. Terk etmek burada ve her yerde ayrılmak ve bırakmak olarak kullanılıyor. Yani terk etmeyi başka bir anlamda hiç duymadım. Bir ilişkiyi, herhangi bir ilişkiyi, sonlandırmak. Ancak tek taraflı bir sözleşme feshi bu. Kimse birlikte terk edemez, sen anlaşıp da terk edemezsin. Terk etmek için karşı tarafın bundan haberi olmaması gerekiyor. Diğer önemli nokta da aktif bir davranış olması. Terk eden kişi mutlaka harekete geçmek zorunda. Gitmek zorunda. Bu da cepte dursun.

E güzel kardeşim, madem aktiflikten bahsediyoruz, o zaman terk eden belli. Ben de onu diyorum zaten. Lakin, düşündükçe şu soru geliyor aklıma benim,

Ya giden terk etmek "zorunda" kalmışsa?

Ooo, o zaman işler karışır. Eğer bir canlıyı, herhangi bir canlıyı, köşeye sıkıştırırsan saldırır. Hayatta kalma içgüdüsü bu. Canı kurtarmak için devreye giren alnı öpülesi bir refleks. Hayatta kalmak dediğimiz olay da çok göreceli biliyor musunuz? Sadece nefes almak, yemek ve dışkılamaktan ibaret değil. Bazen "gerçek" algısının bozulması, yaşamamaktan daha kötü olabiliyor. Şimdi asıl konumuza kısa bir ara verip, bu konudan bahsetmek istiyorum. Gerçeklik ve algısı. Yok böyle deyince ikisi birbirinden farklı şeyler gibi oldu ama aslında değil. Çünkü gerçekliği gerçeklik yapan şey de bizim onu nasıl algıladığımızdan ibaret zaten. Bunu da elimizle kolumuzla yapmıyoruz. Güzide bir organımız var gerçekliği oluşturmak için: Beyin. Bu beyin dediğimiz organ gerçekliğin ta kendisi. Ben bilmem beyin bilir. Her şey yalan, beyin gerçek. En azından çalışma mekanizması gerçek.

Bunu nasıl anlatsam? Çevrenizde olan biten her şey, siz onu öyle algıladığınız için var. "Gökyüzü mavidir" dediğimizde bunun herkes için aynı olduğunu söyleriz. Peki "mavi" bizim için ortak mı? Senin gördüğün şeyle, benim gördüğümün aynı olduğunu söyleyebilir miyiz? Diyelim söyleyebiliriz, nasıl kanıtlarız? Bütün bu dünya, evren, bizim vücudumuz sadece beynin işleyişinden ibaret. Zihinsel bozuklukların ortak noktalarından bir tanesi, bence en önemlisi gerçeklikten uzaklaşma eğilimi. Ben dördüncü Murat'ın reenkarnasyonuyum derse bir "hasta", bunun onun gerçeği olmadığını kim söyleyebilir? Bir şeyin gerçek olması, çoğunluğun üzerinde ortak bir karara varmasından mı ibaret?

Gökyüzünün mavi olması kadar gerçek o adamın Osmanlı padişahlarından birinin dünyaya tekrar gönderilmiş ruhu olması. En azından ona göre. E belki de bana göre şu an, bu bilgisayar, bu masa, çevremdeki insanlar gerçek ama aslında yoklar. Truman Show ve Matrix filmlerini izlediyseniz ne demek istediğimi anlayabilirsiniz.

Bundan sonrasında spoiler olabilir ama ikisi de 2000 öncesi filmler, izlemediyseniz ben ne yapayım? Bruce Willis'de filmin başından beri ölü, onu da söyleyeyim. Kızdırdınız beni.

Truman Show'un ana kahramanı Truman bir televizyon programına doğuyor. Daha doğrusu hayatı bir televizyon programı. Etrafındaki herkes figüran ve sahte. Truman da bu sahteliğin yavaş yavaş farkına varıyor ve en sonunda showdan ayrılıyor. Matrix ise insanlığın robotlarla savaşı kaybetmesi sonucu makinelere enerji kaynağı hale gelmesi ve bir simülasyona sokulmalarını konu alıyor. Bu simülasyona da "Matrix" adını veriyorlar ve film şu sorunun üzerinden ilerliyor: "What is Matrix?"

Gerçeklik görecelidir ve bazen bizim elimizde de olmayabilir demek istiyorum kısacası. Bazen gerçeklikten kopmak yaşamayı zorlaştırabilir. Gerçeklikten kopmak bence gerçek olmayan şeyleri gerçek sanmaktan daha kötü. Yani en başından beri dördüncü Murat olmak veya yavaş yavaş bu sonuca varmak, "ben neredeyim, kimim, ne yapıyorum?" demekten çok daha iyi. Böyle de olmadı sanki. O zaman şöyle diyelim:

Delirmek, deli olmaktan çok daha kötü.

Konuyu nasıl bağlayacaksın acaba çok merak ediyorum sayın alter ego? Şu şekilde bağlayabilirim: Eğer bir insanı köşeye sıkıştırıp delirmeye zorlarsan, ya saldıracaktır ya da kaçacaktır. Çünkü akıl sağlığı, can sağlığı kadar önemlidir.

"Fight or flight" der ecnebiler. Canını kurtarmak için yapabileceklerin bunlardır. Aklını kurtarmak için de kaçarsın. Bir diğer deyişle, terk edersin. Bu da cümlemizin ikinci ögesine getirdi bizi: Gidene. Demek ki giden, başka bir şansı olmadığı için gitmiş olabilir. O zaman gerçekten terk mi etmiş sayılır peki? Bence sayılmaz, çünkü ya kalıp aklını kaybedeceksin veya terk edeceksin.

Dur, dur. Bu nedir böyle? Bu kadar dramatize etmeye gerek var mı olayları? Eğer kötü bir ilişkide olursan aklını kaçırırsın demek bu. Her ne kadar böyle olacağını düşünsem de, başka bir olasılıktan da bahsedelim. Bu kez hiç öyle köşeye sıkıştırmak falan o tarz kötülüklerden bahsetmeyelim.

Bu senaryonun adı "ayna" olsun. Genellikle daha uzun ilişkilerde görülen "ayna" senaryosu, kendine yabancılaşma üzerine kurulu. Çok acayip bir olgu bu aslına bakarsanız, çok da üzücü. İlişki boyunca yaptığın fedakarlıklar, vazgeçişler, alttan almalar, kızmalar, küsmeler, sevinmeler, falanlar, filanlar hepsi birleşiyor ve seni bambaşka bir insan haline getiriyor. O kadar bambaşka ki kendini aynada tanıyamıyorsun bile. İşin kötüsü, kimsenin bir suçu yok bunda. Varsa bile o kadar kaçmış ki ipin ucu, kim, nerede, nasıl hata yaptı kimse bilmiyor. Bu tarz ilişkilerde, bunu fark eden ve kendisine saygısı hala olan kişi, gider ve gitmelidir aslında bakarsanız. Bu bir yatırım tavsiyesi değildir diye notumuzu düşelim.

Bu senaryoda giden terk mi etmiştir? Terk etmeyi yazının başından beri negatif bir aksiyon olarak belirttiğimiz için aslında sorduğum soru şu: Giden kötü bir şey mi yapmıştır? Kendini aynada görünce tanıyamayanlar versin bu sorunun cevabını. Bu tecrübeyi, yaşamamış olana anlatmak suyun tadını anlatmaya benziyor biraz. O yüzden eğer böyle bir şey yaşarsanız, inşallah yaşamazsınız, gitmekle kalmak arasındaki seçimi yaparsınız.

Geriye kaldı, kalan. Bu arkadaştan bahsetmeden önce şunu söylemem gerekiyor: Gitmek, kalmaktan daha zor bir eylem. Bunu yazdım ama sonra beni bir düşünme aldı. Gerçekten öyle mi? Yoksa kalmak da en az o kadar zor mu? Burada en önemli faktör, kalanın ilişkiye verdiği değerde yatıyor. Buraya kadar anlattıklarımın hepsi, kalanın pasif bir şekilde gideni gitmeye zorladığı durumlardı. Gideni suçsuz bulduk burada, hatta gidişini makul kıldık. Hayat ne güzel lan böyle, benim gibi düşündüğün zaman ne kadar kolaylaşıyor işler değil mi? Başın sıkışınca git, kalan uğraşsın enkazla.

Öyle değil. Aslında ortada bir suçtan bahsetmek güç. Bu bir seçim çünkü, gitmek de bir seçim kalmak da. Buradaki en önemli fark, geminin artık yürüyemeyecek kadar hasarlı olması. Bir ilişki bozuksa arkadaşlar gidenle kalan arasında bir fark yoktur aslında. Aklıma çok komik bir sahne geldi. Bir gemi düşünün ama karaya oturmuş. Ancak gemi mürettebatı bunun farkında değil, sadece gemi gitmiyor diyorlar. Bir kısım denizci gemiyi terk etmeyi kafasına koymuş. Diğerleri gemiyi kurtarabileceğini düşünüyor. Gidecekler gemiden bir iniyor, bakıyorlar su sadece dizlerine kadar geliyor. Yukarıda da diğerleri boğulmaya karşı uyarıyor onları. Gidenler yürüyerek gidiyor, kalanlar hala halatlara, yelkenlerle falan uğraşıyorlar. Çok komik değil mi?

Bu gemi gitmezken geçerli ama. Gemi yürürken yada yürüyemeyecek duruma gelmemişken gemiyi terk etmek, en basit ifadeyle şerefsizliktir. Çünkü sevgi neydi arkadaşlar, sevgi emekti, evet. Ya da değildi ama en azından eğer bir faydan yoksa niye ilişkiye giresindi? Ulan kendine yararın yok, başkasına neden zararın dokunuyor ki? İlişkilerde en anlam veremediğim bu anti-pragmatizm beni benden alıyor. İlişkiye gireceğim ama bana yarar sağlamayacak, öyle mi? Her şeyin ama her şeyin bir amacı vardır. Amaçsızlık bile amaçtır, kaos da bir amaçtır. Ne demiş Alfred reis: "Some people want to watch the world burn" yani "yakarsa dünyayı garipler yakar".

Bu kalan arkadaşımızı da mağdur durumuna getirdiysek artık kafasına kafasına vurabiliriz. Çünkü bizim temel dayanağımız kalanında terk eder pozisyonda olmasıydı. Kalanın nasıl terk etiğini gördük aslında. Terk etmeyerek, terk ettirerek, terk ediyor. Nasıl cümle ama. Of, aslına bakarsanız bu 2002 AKP taktiğiyle aynı. Bilmeyenler için tekrar edeyim. AKP yeni iktidar olmuştu, RTE o zaman bu kadar güçlü değildi ve devlet kurumlarında önceki hükumetten kalma kişiler hala direnç gösteriyordu. Devlet memurluğunda kovmak o kadar basit bir şey değil, zaten dikkat de çekmemen gerekiyor ama etrafındaki insanları da oraya yerleştireceksin. Bunu nasıl yapıyorsun? O kişileri çıkarmak yerine, organizasyona başka kişileri alıyorsun, hiyerarşiyi değiştiriyorsun ve o kişiyi işe yaramaz hale getiriyorsun. Böylelikle o kurumda ya "ne işim var lan burada"  ya da "ne işi var lan burada" dedirtiyorsun. Mükemmel bir taktik gerçekten.

Kalan arkadaşımız da aynı taktikle gidenin gitmesini sağlıyor. Peki neden? Neden kendisi gitmiyor, neden bu yükün altına girmiyor? Bu soruların cevapları çeşitli olabilir. Birinci ve en büyük cevabı "korkmak" olarak verebilirim. Hımm... Belki kalmak da gitmek kadar zor bazı durumlarda ama şurası kesin: Gitmenin sorumluluğu dışsal, kalmanın sorumluluğu içsel. Ne demek istiyorum, içsel ve dışsal diyerek? Dışsal sorumluluk başkasına açıklama yapmaktan ibaret aslında. Yani gidince otomatik olarak hedef sen oluyorsun. Niye bitirdin, değer miydi falan? Aslında çok saçma çünkü kimseye bir açıklama yapman gerekmiyor. Yapmasan bile bütün gözler senin üzerinde, milletin ağzı torba değil ki büzesin çünkü. Lanet olası millet işte. Açıklama yapman lazım herkese. Kalan için öyle değil. Kalan her ne kadar neden gidenin gittiğini bilse de, "abi nereden bileyim, bir sorun yoktu ama gitti" diyebilir. Hiçbir şey de demeyebilir, çünkü o bırakılmıştır. Açıklama yapmasına gerek yoktur.

Korkuyor ama neden korkuyor? İşte bu sorumluluklardan korkuyor olabilir. Açıklama yapmaktan çekinmekten mesela. Bunun dışında "aslında ilişkideki sorun ben değilim, sensin; bak sen ayrılmak istiyorsun çünkü" gibi aşırı ödlekçe bir davranışı da arkasında barındırıyor olabilir. Sonuç olarak kalan bilinçli olarak gidene (daha doğrusu gitmesini istediğine) psikolojik baskı yapıyor olabilir. Bilinçsiz de olabilir ama sonuç değişmiyor.

Biri gidemiyor, öbürü kalamıyor.  Böyle de saçma bir durum yani anlayacağınız.

Kalanı yerdikten sonra biraz da hakkını verelim. İnsan ilişkilerindeki en büyük adı konulamayan sorunlardan biri: Yabancılaşma problemi. Geçen gün yaşadım bunu, karanlıkta oturuyordum ve sigara içiyordum. Elimdeki sigaraya baktığımda, o sigara sanki 15 yıldır benimle değilmiş gibi, o kadar uzak geldi ki bana. Sanırım anlatamadım. O an içinde sanki sigara hayatımda hiç olmamış gibi hissettim. Hiç hayatımda olmamasını "istedim". Öyle bir kaç dakika bakakaldım elime. Şimdi bunu ilişkilerde düşünelim. Bir sabah kalkıyorsun ve yıllardan beri tanıdığın kişiyi tanıyamıyorsun. Belki tanıyorsun ama yoldan geçen birinden farkı kalmıyor. Öyle yabancı gibi, hiç olmamış gibi. Buraya kadar aslında bir problem yok, asıl problem bunu yediremiyor olmak kendi içine. Yedirememek değil aslında demek istediğim, nedensiz bir ağrı gibi, bu sorunu anlamlandıramamak.

Göğsüm ağrıyor? Kalp ağrısı mı bu? Kalp krizi mi geçireceğim bu yaşımda? Ne saçma. Yoksa gaz ağrısı mı? Yediğim bir şey mi dokundu? Nedir bu ağrının sebebi? Ölecek miyim, osuracak mıyım? Ne bu, ne?

Bilmiyorsun, bilemezsin. O öyle ağrı verir durur. Sen de sebebini bilemediğin bu acıdan muzdarip geçmesini beklersin. Böyle bekleyişler hayra alamet değildir çoğu zaman. Anlamsızlıklar belirsizlikleri doğurur; belirsizlikler de deliliği... Bir bakmışsın karşındaki insan artık tanıdığın, en azından tanıdığını düşündüğün kişi değil ama olmak zorunda. Ne değişmiş olabilir ki? Hiçbir şey. Aynı zamanda her şey. Bunu açıklayamazsın ama. Anlamaz kimse, mümkün değil. Hem kalamazsın hem de gidemezsin. "Bir yanlış var" dersin, araştırırsın bakarsın, yanlış bir şey yok. "Eğer yanlışı bulamazsan yanlış sensindir" diye düşünürsün bu sefer. Devamlı aynı yanlış yapılmayacak diye bir şey yok. Eskiden mutluydum, şimdi de mutlu olabilirim diyerek yanlış yapmaya devam edersin. Bu sefer gerçekten yanlış yaparsın ama. Yanlışlar yaparsın, düşünmeden ali-cengiz oyunları oynarsın, istemeden kalp kırarsın. Yaparsın bunları ve neden yaptığını bilmezsin.

Fortune favors the bold.

Çok severim bu sözü de. "Şans cesurdan yanadır" diye çevrilir. Cesaret önemlidir doğru. Yola çıkmak için cesaret gerekir. Adım atmak için cesaret gerekir. Peki hangi yöne doğru adım atacağını bilmek için hangi erdem gerekir? Çünkü bazen önümüzdeki iki yol da cesaret gerektirir. Hangi yola çıkmak gerektiğini nereden bileceğiz? Kalan, kalacağını veya gideceğini nasıl seçecek? Giden için gitmek zor olsa da bazen gitmekten başka şansın yoktur. Kalan için aynı değildir belki de. Belki kalan hem gidemiyordur ama kalmak da istemiyordur. Belki kalan, "kalan" olmak istemiyordur.

İşin içinden çıkamıyorsun bazen. İşin kötüsü işin içinden çıkmak istemiyorsun çünkü çıktığın zaman neyle karşılaşacağını az çok biliyorsun. Olduğundan daha kötü olacak bazen her şey. Jurassic Park'ta bir sahne vardı. Kafesinden kaçan T-Rex adlı dinozor bizim kahramanları bir arabada kıstırır. Baş kahramanımız da der ki, "eğer kıpırdamazsanız sizi göremez". Öyleymiş o dinozorun beyin yapısı. Sadece hareketli nesneleri görebiliyormuş. Onu da nasıl biliyorlarsa... Neyse, işte kıpırdarsan yeneceksin, kıpırdamaman lazım.

O zaman kıpırdamayalım.

Hayata karşı da yabancılaşıyor insan. Yabancılaşmak da ne acayip bir kelimeymiş. Yabancıdan geliyor. Tanınmayan yani, karşılaşmadığın, bilmediğin. Belki yaşadığımız şu hayatı da tanımıyoruz, en azından tanıdığımızı sandığımız hayattan çok farklıymış yaşadığımız hayat. Gittikçe daha da uzaklaşıyoruz gerçeklikten, gerçek sandığımız herkesten, kendimizden. En güzel tarafı da vücuda yayılan bu hissizlik. Canın acımaz gibi geliyor, halbuki can acıtacak ne kadar çok şey var veya olabilir bu hayatta.

Her şeye yabancılaşıyorsun, dolayısıyla her şey çok uzak geliyor sana. Yapman gerekenler, sorumlulukların, konuştukların, düşündüklerin, geleceğin hepsi birer sabun köpüğü gibi. Oradalar ama her an yok olabilirler. Her an her şey yok olabilir düşüncesi kafana bir girdi mi, oradan çıkış gerçekten çok zor olabilir.

Yabancılaşmak ve vazgeçmek... Belki farklı ama sonuçta aynı şeyler. Yabancılaştığın her şeyden bir gün ya vazgeçersin ya da onlar tarafından terk edilirsin. Sorumuzun cevabı da bu sanırım, giden mi terk eder yoksa kalan mı? İki tarafta artık görmeyecek birbirini, bunun ne önemi var ki?

Kalın sağlıcakla.

Yorumlar