Ebeveyn Olmak ve "Alim-Zalim Teorisi"

Merhaba arkadaşlar, bugün sizlere insanlığın en büyük kısır döngülerinin birinden, "alim-zalim teorisinden" bahsetmek istiyorum. Alim-zalim teorisi şu ünlü olduğu kadar absürt deyişten geliyor: Alimden zalim, zalimden alim doğar. Bu teori der ki, iyi ailenin kötü çocuğu olur, onun iyi çocuğu olur, onun kötü ve böyle sürer gider. Peki gerçekten öyle mi? Bir ailenin her kuşağında mutlaka bir "kara koyun" olmalı mı? Bu duruma çocuğun etkisi ne kadar, ailenin etkisi ne kadar? Bu iyi olmak, kötü olmak ne anlama geliyor? Bu soruların cevaplarını bulmaya çalışacağız.

Daha önce ebeveynlik ile ilgi bir yazı yazdım. O yazıda daha çok baba olmanın getirdiklerinden bahsetmiştim. Şimdi ise ebeveynliği, çocukluğu ve ikisinin aslında birbirlerine tahmin ettiğimizden daha fazla iç içe geçmiş kavramlar olduklarını konu edinelim. Öncelikle aynı sayfada olmak için bir çocuğun asla eksik bırakılmaması gereken ihtiyaçlarından bahsedelim ki, daha sonra "ya şöyle bir durum olursa ne olur" gibi bir soruya karşı önlemimiz olsun. Arkadaşlar her çocuğun kayıtsız şartsız olarak sevilmeye ihtiyacı vardır, güvenli, şiddetsiz, ihmalsiz, istismarsız bir eve ihtiyacı vardır, fiziksel olarak gelişmesi için gereken besine, suya, ilaca, tıbbi desteğe ihtiyacı vardır. Öncelikle bunların sağlanması gerekir. Eğer bunlar bilinçli olarak sağlanmıyorsa, yani amiyane tabirle "çoluğun çocuğun rızkı dışarıda harcanıyorsa" lütfen en yakın zamanda kendinize gelin. Bu saydıklarımın temin edilemediği, olağan dışı (bazı yerler için çok olağan) durumlarda ilk ilgilenmemiz gereken çocuğun hayatta kalması olacağı için "sevgisiz büyümenin psikolojik travmalarından" daha önemli meselelerimiz olacaktır. 

"Sevgisiz büyümek" diyerek biraz konuya girdim aslında. Ancak yukarıda uyarımı yaparken ilk sevgi ihtiyacından bahsettim, "hani bu olmadan olmazdı, nereden çıktı şimdi sevgisizlik?" diye sorabilirsiniz. Yukarıdaki uyarıyı çocuklarına kötü davranacak kadar sevmeyen insanlara yaptım. Ancak çoğunluğumuz "seviyorum ama göstermiyorum" taktiğini uyguluyor. Sevgi hava gibi bir şey değildir, görmesek de kullanabiliriz diye bir şey yok. Sevginin gösterilmesi hatta kanıtlanması ve hatırlatılması gerekiyor. O yüzden "gösterilmeyen sevgi" ile "olmayan sevgiyi" birbirlerinden ayıralım.

Teorik olarak ayırabiliyoruz ama pratikte bu iş oldukça zor oluyor. Bunu açıklamak için bir senaryo üzerinden gitmek istiyorum. Böylelikle ilk paragraftaki sorulara da cevap verebiliriz.

İki kişi düşünelim, bunlara "X" kişisi ve "Y" kişisi diyelim. X kişisinin sert ve otoriter ebeveynleri var. Ebeveynler hayatı boyunca çalışıyorlar, tabiri caizse taşı sıkmış suyunu çıkarmışlar ve sonunda iyi veya kötü bir şekilde ailenin ekonomik olarak düzlükte olmasını sağlıyorlar. Hayatın sillesini yemişler. X kişisinin de hayatta güçsüz kalmaması için bu "öl yada öldür" dünyasına bir an önce adapte olması adına küçük yaşta eğitime başlıyorlar. Sert bir eğitim bu ve her merhamet ilerde zafiyet olarak ortaya çıkabileceği için hatalar örtbas edilmiyor ve cezalandırılıyor. Ebeveynlere göre duygular mantığın gücünü etkileyen, insanın yargısını bulandıran şeyler olduğu için hayatta bunlara gerek yok. Takdir, teşekkür, özür gibi zayıflıklara yer yok. Ancak çocuklarını tabii ki seviyorlar. Her şeyi X için yapıyorlar. Önemli olan onun mutluluğu ancak hayat bunları göstermek için fazla sert. Dünya çok zor bir yer ve sadece güçlü olan kazanıyor. X de bu şekilde yetişiyor, hayata hazır ama duygusal olarak tatmin edilmemiş şekilde. Zaman geçiyor ve X, istenilen şekilde, hayat sınavından çok başarılı bir şekilde çıkıyor. Tıpkı bir güdümlü füze gibi hedeflediği her şeyi vuruyor. Çünkü dünya zor bir yer ve sadece savaşanlar kazanabiliyor. Gel zaman git zaman, X'in bir çocuğu oluyor. X çok mutlu ve çocuğunu da çok seviyor ancak o ilk anın heyecanı geçtikten sonra kafasında tek bir soru oluşuyor: Ben bu çocuğu nasıl yetiştireceğim? Bütün içgüdüleri çocuğunu bu zalim dünyaya hazırlamasını, onu güçlü bir birey yapmasını söylüyor ama içinde bir his var. Garip bir his bu, daha önce öğrendiklerine hiç uymuyor. X çocuğunun kendi yaşadıklarını yaşamasını istemediğini fark ediyor. Hayır, o içindeki boşluğa, o boynu büküklüğe sahip olmamalı kendi çocuğu. Takdir ihtiyacının, bütün hedeflerini gerçekleştirse de, etrafı tarafından örnek de alınsa geçmediğini ve bunun verdiği o acıyı hatırlıyor. Çocuğunun bunu yaşamasını istemiyor ama onca zamanın alışkanlıklarını nasıl bir çırpıda yok saysın? İçgüdüleri, duygularıyla çarpışıyor; birçok kere taktik değiştiriyor, türlü stratejiler oluşturuyor ama hepsi birbirinden farklı ve X'in çocuğu bu değişimlerin her birinden farklı mesajlar alıp aslında hedeflenenden bambaşka bir birey oluyor.

Şimdi Y'ye bakalım. Y'nin ebeveynleri olabildiğince yumuşak ve ilgili. Bir dediğini iki etmiyorlar Y'nin, onu sevgilere boğuyorlar. Duygusal olarak hiçbir eksik olmadan büyüyor Y. Ebeveynler Y ile çok ilgili ve üzerine titriyorlar. Ebeveynler bu zalim dünyada çocuklarının üzülmesini istemedikleri için onların karşına çıkabilecek kötülüklerden korumaya çalışıyorlar. Hayat zaten zor diye düşünüyorlar, illa ki yüzleşecek bu zorluklarla diye düşünüyorlar ve Y'nin bu zorluklara karşı karşıya gelmesini istemiyorlar. Y'ye her yönde verdikleri destek, ona yüksek bir öz güven kazandırıyor ve hayallerinin peşinden rahatça koşmasını sağlıyor. Bu koşu sırasında düşerse eğer, ebeveynler daima yanında oluyor. Hata yapmak en doğal hakkı Y'nin ama sonuçlarıyla baş etmeyi hiçbir zaman öğrenemiyor. Zaman geçiyor, Y hayatının artık ebeveynlerinin çizdiği sınırları aştığı zaman fark ediyor ki, üzerine yüklenen yükleri kaldırabilmek için yeterli güce sahip değil. Düştüğü zaman onu kaldıracak kimse yok ve hatta nasıl kalkacağını bilmiyor. Sevilmek için hiç çaba harcamadığı için sevginin nasıl zor kazanılan bir şey olduğundan haberdar olmadığı gibi sevmenin de ne kadar emek gerektirdiğini bilmiyor. Yıllarca beslenen öz güven ve gurur, sorunun çözümünün kendisinde olduğunu fark ettirmeyecek kadar yüksek. İlerleyen zamanlarda bu, zorluklardan kaçma olarak gösteriyor kendini. Artık adım atarken korkuyor. Bu düşünceleri, hiç kabul etmese de, bütün hayatını etkiliyor. Ne bir seçim yapabiliyor ne de risk alabiliyor. Bir zaman sonra Y'nin de bir çocuğu oluyor. Y biliyor ki, eğer çocuğu da kendisi gibi büyürse hayatta çok zorlanacak. O yüzden kendi çocuğuna, bildiği kadar hayatın bütün zorluklarını aktarmaya çalışıyor. Aslında çok da bilmediği bu zorlukları biraz da hayal gücünü kullanarak olduğundan daha karamsar gösteriyor. Y'nin çocuğu bu mesajların etkisinden korkarak aslında hedeflenenden bambaşka bir birey oluyor.

Bu iki uçtan verdiğim örneklere baktığımız zaman, "Alim-Zalim Teorisi" hakkında bilgi sahibi olabiliriz. Fark ettiyseniz, X'in ve Y'nin çocuklarının nasıl kişiliklere sahip oldukları hakkında bir bilgi vermedim. Çünkü önemli olan nasıl oldukları değil, ebeveynlerinden farklı olmaları. Zaten bizi de rahatsız eden bu değil mi? Çocuklarımızın bizden daha farklı insanlar olması. Biz nasıl yetiştiriliyorsak, yetiştirilme sürecimizde bize göre yanlış olan kısımları yine bize göre doğru olan şekilde çevirerek çocuğumuzu yetiştiriyoruz. O da bizim yaptığımız (tabii ki de ona göre) hataları tekrar yorumlayarak kendi çocuklarına öğretecek ve bu böyle gidecek. İşte bu alimlik, zalimlik meselesinin özü budur: "Bana göre". Burada bir yanlışlık yok mu sizce de? Bir insanın kişiliği başka bir insanın yaptığı hataların (veya hata olarak görülen davranışların) kefareti olarak oluşturulabilir mi? Bunun sonucu olarak ortaya çıkan "ürünü" iyi veya kötü olarak nasıl değerlendirebiliriz?

İyi evlat veya kötü evlat, genelde vefa ve sosyal davranışlarla özdeşleştirilir. Bir çocuk hırsızsa mesela, kötü evlat damgası yiyebilir. İlla kötü örnek vermeyelim, çok nazik bir çocuksa iyi evlat olur diyelim mesela. Kimsenin çıkıp "bu çocuğun babası var ya babası, kesin kötü yetiştirilmiştir" veya "Çok güzel yetiştirilmiş bu çocuğun annesi" demiyor diye düşünüyorum. İki taraftan değerlendiriliyor çocuğun davranışları, birincisi çocuğun ailesi, ikincisi çocuğun mizacı. Biri kötü olurken diğeri iyi olabilir veya tam tersi. İkisi de iyi olabilir, ikisi de kötü olabilir. Bütün bu yazımın ana fikri şudur ki, genellikle insanlar çocuklarını işte bu ikinci tarafı ihmal ederek büyütüyorlar, yani çocuğun mizacını göz ardı ediyorlar. Yukarıda bahsettiğim yanlışlığın aslında buradan kaynaklandığını düşünüyorum. İnsanlar çocuklarını, çocuklarına göre değil kendilerine göre yetiştiriyorlar. Kendilerine göre bile değil aslında, kendileri nasıl yetişiyorsa ona göre. Baktığınızda herkes birbirinden farklı, herkes. Hatta düşünüldüğünde bir çocuğun mizacını oluşturan etkenlerden biri genler ve bu işin içine sayısız kombinasyonu katıyor. Biz ise çocuğumuzu "bize göre" yetiştiriyoruz. Bunun çocuğa uygun olup olmama ihtimali sizce kaç? Oldukça düşük olmalı.

İtiraf etmeliyiz ki, bu "çocuğa göre" yetiştirme meselesi buraya yazdığım kadar kolay değil. Yoğun bir çaba, gözlem, deneme-yanılma ve sabır gerektiriyor. Bunlardan daha fazla o çocuğun bizim istediğimiz gibi olmama ihtimalini kabullenmeyi ve buna rağmen asla sevgiyi ve ilgiyi eksik etmemeyi gerektiriyor. Bütün denilenleri yapmanıza rağmen evladınız "kötü evlat" da olabilir. Bu oldukça zor ve başarı oranı az bir hedef. Diyebiliriz ki ebeveynlik, etki alanının oldukça kısıtlı olduğu şansa dayalı bir yatırım aracıdır.

Belki de yatırım aracı olarak bakmamız gerekiyor çocuklarımıza. Temelde ağaç dikmekten farkı yok gibi gözüküyor çünkü çocuk sahibi olmanın: Emek harca, büyüt, bana baksın, etrafına iyiliği dokunsun. Başka bir misyonu mu var acaba veya hiçbir amacı yok mu çocuk sahibi olmanın? Bunun gerekliliğini başka bir yazıda konuşalım. Özellikle ebeveynler, siz ne düşünüyorsunuz yorumlarınızı paylaşmaktan çekinmeyin. Hatta bunu çevrenizdeki anne-babalara da okutursanız onlarında düşüncelerini öğrenmek isterim.

Kalın sağlıcakla.

Yorumlar