Öykü - Orta

Her şey geçen hafta başladı. Daha doğrusu her şey geçen hafta bitti. Yazın başlarıydı. Bir sabah uyandığında hiç kimse yoktu, ne sokaklarda, ne şehirde. Yanlış tahmin etmiyorsa dünya üzerindeki son insan kendisi olabilirdi. Araştırmak için uğraşmadı. Hatta bu durumu oldukça normal karşılamıştı. Bir sabah işe gitmek için evden çıktığında kimseyi göremedi etrafta. Şirkete geldiğinde de kimse yoktu. Ne heyecanlandı, ne de üzüldü. İlk olarak boynundaki kravatı çözdü ve çöp tenekesine fırlattı.

Arabasını bıraktığı yerden almadı, yürüyerek evine döndü. Üzerine eşofmanlarını geçirdi, telefonunu ve cüzdanını koyduğu masanın üzerinde bıraktı. Bir daha da dokunmadı. Dışarı çıktığında biraz korkmuştu, yalan yok. İzlediği bütün bilim kurgu ve korku filmleri böyle durumlarda ortaya çıkan mutantlardan ve canavarlardan bahsetmişti. O yüzden silahlanmayı düşündü. Evine en yakın karakola gitti. Dünyanın en normal işlerinden birini yapıyormuş gibi etrafta dolanmaya başladı. Bodrum katında kilitli bir oda buldu. Kapıyı tekmeledi, omuz attı ama kapı açılmadı. Duvarda asılı yangın tehlikesine karşı koyulmuş baltayla kapıyı parçaladı. Bunları yaparken de yaptığının sonuçlarını hiç düşünmüyordu. Doğruyu söylemek gerekirse yirmi dört saat önce tutuklanacağı ve belki de bir polis memuru tarafından vurulacağı bir hareket yapıyordu ama zerre umurunda değildi. Hatta bundan zevk alıyordu bile denebilir. Kapıyı açtı ve içeriden bir tabanca, tabancaya uygun olduğunu düşündüğü mermiler ve otomatik bir silah aldı. Daha önce ne silah kullanmıştı, ne de nasıl kullanılacağından haberdardı. Silahı eline aldı, diğerini de omzuna astı kapıdan çıktı. 

Sokağa çıktığında bir banka oturdu ve silahı incelemeye başladı. Öyle aman aman komplike bir alete benzemiyordu. Oldukça ergonomikti, eline aldığı anda avucuna oturmuştu. Parmağı hemen  tetiğin yerini bulmuştu, buraya basarak ateş ediliyordu. O kadar film izlemişti, bir işe yarasın diye düşündü. Silahın yanında iki düğme vardı. Yuvarlak olana basınca silahın altından şarjörü düştü. Diğeri düğmeden çok kola benziyordu. Hareket ettirdiğinde kırmızı işaret kapanıyordu. Bu da silahın emniyeti diye tahmin yürüttü. Bunu da filmlerden öğrenmişti. Şarjörü doldurdu. Bunu çok yavaş ve zorlanarak yaptı. İşini bitirdikten sonra silaha geri taktı ve sürgüyü çekmeye çalıştı. Bu tahmin ettiğinden daha zor geldi. Bir daha denedi, silah tatmin edici bir ses çıkartarak mermiyi namluya vardi. Bütün iç güdülerine karşı silahı karşıya doğrulttu ve yaşadığı şehrin en kalabalık caddelerinden birinde tetiği çekti. Hem hazırlıksız yakalandığı için hem de daha önce tecrübesi olmadığı için silahın tepmesini kontrol edemedi ve silah elinden fırladı. Silahı yerden aldı, emniyetini kapatarak beline koydu. Çünkü filmlerde insanlar böyle yapardı. Bir tarafa doğru yürümeye başladı, nereye gittiğini düşünmeden. Kulaklarındaki tiz ses uzun süre devam etti. Otomatik silahı bankın üzerinde unutuğunu fark ettiğinde çok uzaklaşmıştı. Omuz silkti ve yürümeye davam etti.

Gece hiçbir şey olmadı. Ondan sonraki gece de. Kendisinden başka kimsenin olmadığını fark edene kadar gündüzleri yürüdü, geceleri bir köşeye çekilip bekledi. Bir süre sonra geceleri de yürümeye başlamıştı. Yürüyordu sadece. Herhangi bir hedefi yoktu. Her gördüğü yerleşim biriminde duruyor, etrafı kolaçan ediyor, çok isteksizce sesini duyurmak için bağırıyordu. Kimsenin olmadığına karar verince bir eve giriyordu. Evde dinleniyor, yemek yiyor, oturup bir kaç sayfa bir şeyler okuyordu. Bu şekilde iki şehir geçmişti yürüyerek. Yolda karnı acıktığında girdiği evlerden topladığı erzaklardan atıştırıyordu. Bir zaman sonra bu yediklerinin son kullanma tarihleri gelecekti. O zaman ya bir şeyler yetiştirecekti, ya da avlanacaktı. O süre gelene kadar beklemeye karar verdi. Ne bir yere yerleşip toprakla ilgilenmek istiyordu, ne de bir şeyler avlamak. Sadece yürümek istiyordu. Aslına bakarsanız hayatı boyunca bunun benzeri bir senaryoyu kurmuştu kafasında. Bu kadarını değil elbette ama yalnızlığı arzulamıştı hep. Bir sahil köyüne yerleşip orada kalmak, hayatı boyunca. Gerçi şimdi yaşadıkları beklediğinden daha iyiydi çünkü hem bir yere bağlı değildi hem de onu rahatsız edecek kimse yoktu. Bazen bütün gün boyunca okuyordu. Sonra yürümeye devam ediyordu. Teknoloji kullanmayalı ne kadar olduğunu hatırlamıyordu. En teknolojik aleti el feneriydi. Zamandan soyutlanmıştı, anlık olarak saati söyleyemezdi. Gerek de yoktu zaten, bir yere yetişmesi lazım değildi ne de olsa.

Ülke sınırına gelince durdu. Normal şartlar altında bırakın buraya yürümeyi uçakla üzerinden geçmeyi bile hayal edemediği yerdeydi. Üzerinde o gün evden çıkarken giydiği kıyafetlerin aynısı vardı. Ayakkabısı hariç, ayakkabıyı yolda değiştirmişti. Önce eskiden olsa pahalı olduğu giyemeyeceği bir ayakkabıyla değiştirmişti kendininkini. Bir kaç gün yürüdükten sonra ayakkabının ne kadar rahatsız olduğunu fark etti. Başka bir yere girerek bu sefer yine eskiden yüzüne bakmayacak bir ayakkabı seçti. Ayakkabı ucuz ve şekilsizdi ama inanılmaz rahattı. Ülke sınırında beklerken artık kirden sararmış eşofmanına baktı. İnsan kendi kokusunu alamıyor tabi. Eğer alabilseydi bayıltıcı derecede kötü koktuğunu fark edebilirdi. Eşofmanı artık kendisine çok büyük geliyordu. Eliyle göğsünü yokladı, kemikleri sayılıyordu. Hareketsizlik ve kötü beslenme yüzünden yağlanmış vücuduna giydirdiği güzel elbiseleri düşündü. Duş almadan çıkmayan kendisi şimdi ne zaman duş aldığını hatırlamaya çalışıyordu ya da ne zaman traş olduğunu. Elini yüzünde gezdirdi, yüzüne dokunamadı. Sakalları ve saçları birbirine karışmış olmalıydı. Şimdi bu şekilde onu biri görseydi en iyi ihtimalle evsiz diyebilirdi. Öyleydi de. Sadece artık bu umurunda değildi. Ev, güven, özel ortam, ahlak, kurallar, yasalar, kişisel alan... bunların hiçbir önemi yoktu artık. Bazen canı esiyor, hava da güzelse çıplak geziyordu. Kimse bir şey demeyecekti ne de olsa. Bazen canı konuşmak istiyordu yalan yok, bazen birinin varlığını özlüyordu. Gerçi anlatacağı, paylaşacağı bir şey yoktu. Bir kaç aydır yollardaydı, hiç görmediği yerleri görmüş, ülkesinin turistik noktalarını gezmişti. Bunların hiçbiri ilgisini çekmedi. Ne eskiyi yad etti ne de hislendi. Sadece başkalarının evlerinde geçirdiği zamanlardan hoşlanmıştı. Eskiden birisinin özel alanı, mahremi olan bir yerde olmak ve aslında kimseye saygısızlık etmemek ona çok ilginç geliyordu. Doğruyu söylemek gerekirse, önceleri girdiği bir kaç evi karıştırdı. İçgüdüleri ona para toplamasını söylediği için değerli eşyaları aradı önce. Daha sonra bundan vazgeçti, şu an dünyadaki en değerli şey giydiği ayakkabılardı. Bir de kitaplar. Kitaplarını girdiği evlerin kütüphanesinden seçerdi. Evlere davetsiz misafir oldukça, aslında insanların kütüphanelerinin ne kadar zayıf olduğunu fark etmişti. Aynı zamanda ne kadar az kitap okuduğunu da... Her türden şeyi okumaya çalıştı, roman, şiir, inceleme, tarih, siyaset... Hiçbir kitabı bitirmeden bırakmadı. En son kitabını da sınır kapısının önünde bitirmişti. Kitabı yolun kenarına koydu ve hayatının yalnızlıktan öncesini düşündü. Şu kısacık zamanda eskiden olsa hiç göremeyeceği yerleri görmüş, hiç okuyamayacağı kadar kitap okumuş, hiç yürümediği yerlerde yürümüştü. Bir sürü de insan tanımıştı. Şahsen değil, sadece fotoğraflardan. Birisinin fotoğrafını görünce onun nasıl bir insan olabileceğini çözmeye çalışmak gibi bir oyun geliştirmişti kendi kendine. Çok hırslı insanlarla tanışmıştı mesela, bazıları çok naifti. Bazen kötüler çıkıyordu karşısına. Kötü insanların ne kadar çok olduğunu düşündü. Kötü olarak düşündüğü insanların nasıl birileri olduklarını bilmesi imkansızdı ama onlar kötülerdi işte. Bazılarının evleri çok kötü döşenmişti, bazılarının evleri çok pisti. Bazılarının kütüphanesi bile yoktu. Bu insanların artık olmadığını düşünmek ona tarifi zor bir haz veriyordu. Zamanı geçirmek için uydurduğu küçük oyunlar işte. Bunlarla oyalanarak, geçirdiği zaman içinde hiç sıkılmamıştı. Şimdi ise ileriye bir adım daha atacak gücü kendinde bulamadı. İçi sıkıldı ve midesi bulandı. Geriye döndü ve geldiği yere doğru yürümeye başladı.

Geri dönüşü daha az süre tuttu. Tekrar yaşadığı şehrine döndüğünde yaz bitiyordu, en azından öyle sanıyordu. Elektrikler kesilmişti, zamanı ve tarihi gösteren bir alet bulmak zordu. Deniz kenarında yürürken, neden bir tek kendisinin hayatta kaldığını hiç düşünmediğini fark etti. Tek başına geçirdiği süre boyunca hep kendini seçilmiş biri olarak görmüştü, şimdi ise uçağını kaçırmış talihsiz yolcu gibi hissediyordu. İntihar etmeyi düşündü bir an. Ancak yaşamak için hiçbir sebep bulamadığı gibi nedense ölmek için de bir sebep bulamıyordu. Ayrıca artık onun dünya üzerinde bir unvanı vardı: Ortalama insan. İstatistik olarak kesin olmamakla birlikte, ortalamayı kendisi belirliyordu. İnsanlığın tam ortasındaydı. Yaptığı her hareket insanlığın tümünü temsil ediyordu. Bu bir gurur meselesi değil tersine inanılmaz bir sorumluluktu. İyi biri değildi çünkü, başkalarının evlerine giriyor, sırf fotoğraflardan birilerini kötülüyordu. Bu yüzden en azından bir insan daha bulması gerekiyordu üzerindeki sorumluluğu atmak için. Deniz kenarındaki yürüyüşü, yat marinasında son buldu. Hiç plan yapmadan, üzerinde düşünmeden yatlara girip çıkmaya başladı. Bir yata giriyor, etrafını kolaçan ediyor sonra aradığını bulamayınca çıkıyordu. Girdiği son yatta aradığını kontağın üzerinde buldu. Denizcilik, yat kullanmak, hatta çalıştırmak konusunda zerre bir şey bilmediğini hasır altı ederek, anahtarı çevirdi. Yat boğuk bir ses çıkararak çalıştı. Benzin göstergesini kontrol etti, doluydu. Çantasına yüklediği erzağı yatın içine boşalttı, aşağıya inip yatın halatını çözdü. Direksiyonun yanında iki adet kol gördü. Kolları yavaşça ileriye doğru itti. Koca yat yavaş yavaş hareketlendi.

"Burada değilse", diye düşündü, "başka kıtalarda kesin birileri vardır." Bir şeyin ortası olmak yerine hiç olmayı göze alan insanlığın son temsilcisi güneş batarken yavaş yavaş gözden kayboldu.


Yorumlar